Madem uluslararası bir işgal kaçınılmazdı, güç dengesini bölüştürmek ve aşırı hakimiyeti kemirmek, bir gün ülkenin yeniden ayağa kalkmasını, egemenlik kavgasını kolaylaştırabilirdi...
... Karanlığı bekleyen yarasalar gibi saklandıkları deliklerden çıkan, kimi delirmiş, kimi serseriliğe vurmuş zombilerin, depremin azdırdığı din tellallarının sanrılarına teslim oluyordu kentin enkazı. En çok da ölü soyucuların, yağmacıların ihtiraslarına... Ölümün çemberinden geçmiş, dolayısıyla gözü dönmüş sürüler, sokağa çıkma yasağı (hangi sokağaysa? ) ve sıkıyönetime meydan okuyor, gözlerini kırpmadan çatışmaya giriyorlardı kolluk kuvvetleriyle. Her gece düşük yoğunluklu bir iç savaş geçiren kent, gün ağarınca yine çadır, yatak, yemek temposuna dönüyordu. Adam diğer evlerin enkazına benzeyen bir yıkıntının önünde durdu. Girişin nerede olduğunu biliyordu, çünkü kendisi kapatıyordu her sabah. Bir an tereddüt etti. Acaba peşine takılan çocuk yaştaki biçarelere güvenmek, hata mıydı? Sezgileri olumluydu. Zaten aklın, sezginin önüne geçtiği sınırı çoktan aşmıştı. İnsan zekasını intikamın vahşetine adayan bir hayvandı artık, o da. Diğerlerinden farksız...