Sevinç Çokum, Balkan coğrafyasına Yahya Kemal'in imlediği gibi bakıyor.
Yazarlık hayatının ikinci romanı olan bu metinde Çokum, bir göç hikâyesi anlatıyor. Bu göç, bizim aslında çok yakından bildiğimiz bir mecburi göç. Sürgün elbette: Osmanlı'nın kaybettiği Balkanlar'dan ayrılmak zorunda kalan bir ailenin çeşitli bireyleri üzerinden bütün göçlerin o temel duygusuna, o büyük hüzne varıyor. Bir yanda ölümler, bitmeyen zorlu yolculuklar, kendi toprağından ayrılmanın derin üzüntüsü; öte yanda dirayet, kenetlenme, öfke ve yan yanalık.
Bizim Diyarın en belirgin duygusu, bu kenetlenme olmalıdır. İstanbul'da son bulan bu göçü, herkes başka yerlerde, başka zamanlarda yaşamış ve sonunda yerleşik olabilmiştir. Ama hep o inatla. Ve elbette geçse de hiç unutulmayacak bir hafızayla.
Hangi birini anlatayım? Gece ışıldaklar karayı yalayıp geçiyor. Patlamalar, alevler, açılan gedikler, sessizce ölen askerler... İnleyen yaralılar... Bu bir imtihandır ana. Burada kendimizi öğreniyoruz. Yaşamaya hakkımız olduğunu, düşmanımızı öğreniyoruz... Telefonlar... Tayyarelerin gelip geçişi... Sudaki günün parıltılarına, gece yıldızlara bakmaya zaman yok. Otlar nemli, böcekler kuşlar öter durur. Siperler, dikenli hatlar... Askerlerden biri incir toplayıp getirmiş. Geceleri türkü okuyorlar. Yıllardır böyle birlik olunması için uğraşıp durmuştuk. Yeniden toparlandık. Yeniden doğduk