Hissediyorum.
Avuçlarımda hatırlamadığım geçmişimin silik lekeleri, şimdinin acılı izleri, geleceğimde ölümün
emareleri var; ellerimde tuttuğum papatyaların dallarında avuçlarımdaki yetimler idam ediliyor.
Görüyorum.
Karşımda sonbaharı anımsatan kurumuş yaprak sarısı gözlerle bir adam bana bakıyor, omuzlarındaki
kuklası olduğu ipler kesilmiş fakat hemen yanındaki çocukluğunun ipleri parmaklarında duruyor.
Yapraklar kalbimin üzerinde daha fazla soluyor, onun kalbinin atışları benim papatyalarımı canlandırıyor.
Duyuyorum.
İnsanlar ölüm çığlıkları atıyor, tam ileriden korkutucu bir çellonun sesi yükseliyor; ses, neşter gibi
bileklerimdeki sarmaşıklara saplanıyor ve dudaklarıma yasladığım mızıkadan zehir akıyor. Gökyüzünden
birkaç damla düşüyor.
Korkuyorum.
Gökyüzünde ailem var, ailemin gözyaşları yeryüzüne düşerken su değil, kan akıyor. Mezarları,
avuçlarımın içine doluyor.
Boğuluyorum.
Bir el bana uzanıyor, avuçlarının içinde kader çizgileri olmadığını görüyorum ama o eli sımsıkı
tuttuğumda sonbaharı anımsatan gözler geçmişimde silik bir anı oluyor, zihnimin içinde artık
yaşayamıyorum.
Hissedemiyorum, göremiyorum ama duyuyorum; o elin sahibi bana sessizce fısıldıyor:
Çocukluğumuz tohumumuzdur, tohumumuza kim su verdiyse o şekilde
büyür ve yetişiriz.