Acıyla tanışıklığım çocukluğuma kadar uzanır... Yuvadayken, üşümesin diye toprağa gömdüğüm solucanı ertesi gün kazdığım yerde bulamamak ya da ilkokulda yanılmıyorsam, yaptığım ilk deney olan, ıslak pamuklar arasında bir gece bekletilen fasulye tanesini annemin işe yaramaz bir şey zannedip atıvermesi epey acı vermişti bana...
Sonra ilkokul bitti, birkaç yıl daha geçti aradan, bir pazar günü İngilizce kursuna gidiyorum. O zamanlar oturduğumuz evde büyükçe bir koridor var; geç kalmıştım, koşturuyorum sokak kapısına doğru. Babam her zamanki gibi çalışma odasında karikatür çiziyor, yan masadaki telsizi açık. Breko brek, arkadaş arıyorum arkadaş! seslerinin arasında gülümsüyorum babama bir an ve koşmaya devam ederken, Ben gidiyorum, akşam üzeri görüşürüz! diyorum. Arkamdan sesleniyor: Bi öpseydin kızım! Sokak kapısını kapatırken içeri doğru bakıyorum:
-Gelince öperiiimmm...`
Çok değil birkaç saat sonra dönüyorum eve, zaten kurs sokağın sonunda, sallana sallana dönüyorum.
Kapı, çalmama fırsat vermeden açılıyor, flaşlar patlıyor çocuk gözlerimde, öyle bir kalabalık var ki içeride anlam veremiyorum hiçbir şeye...