Afrika kabilelerinden birinde bir bebek doğduğunda kabilenin kadınları
hep birlikte ormana çekilir, o bebeğe bir şarkı yaparlarmış. Dikkatle
gözlemledikleri bebeğin karakteristik özelliklerini ve gücünü ona anlatan
bir şarkı...
Sonra, çok sonra bir gün, hayatla başa çıkmakta zorlanıp da kolu kanadı
kırılacak olursa o şarkıyı, yani kendini hatırlasın diye... Afrikalı bebek o
şarkıyı dinleyerek buyurmuş...
Günün birinde o şarkıyı tekrarlayamayacak kadar kendine inancını
yitirdiğinde, onu tanıyan biri ona şarkısını çalarmış ıslıkla. Kendini, gücünü, öz hâlini hatırlar, kendine gelirmiş...
Doğan Cüceloğlu aramızda bir ıslık gibi dolaşıyor...
Kendi şarkısına gelince...
Annelerimiz yaşarken ayrıca bu şarkıyı duymaya ihtiyacımız yoktur. Annemiz, o şarkının ta kendisidir zaten. Ama Cüceloğlu, sadece on yaşındaymış annesi gitti de gelecek sandığında... Söyleşimiz boyunca içinde yakaladığı, annesinin bıraktığı boşlukta büyüyen kocaman bir ağıt oldu; kalabalıklar içinde ürkek, mahcup, çekingen bir çocuk...
Kendi çocukluğuna el uzatır gibi uzatıyor şimdi elini bütün çocuklara; o
çocukların anne-babaları, öğretmenleri hınca hınç dolduruyorlar seminerlerini.
Kitapları baskı üzerine baskı yapıyor. Çünkü Nasrettin Hoca topraklarının
çocukları olarak biliyorlar ki damdan düştüklerinde çarenin hasını kendisi
de daha önce damdan düşmüş olan bilir. Hele de damdan düşüp de
doğrulan üstüne üstlük bir de doktorsa...
Gizlisiz saklısız anlattı bütün hayatını. Bu kitap, damdan düşen doktoralı
bir psikologun, düştüğü yerden doğrulurken kendine mırıldandığı kendi
şarkısının gözyaşı ve kahkaha dolu öyküsü...